22 Ocak 2017 Pazar

2017- OLASI DÜNYALARIN EN İYİSİ

TÜRKÇE (For English see: "2017- The Best of Possible Worlds".)
Candide'den alıntılar Ayşe Meral'in çevirisindendir.


Voltaire'in Candide isimli romanı insanların ve toplumların tutarsızlıklarını hiciv ve nükteyle dilim dilim kesen bir kara mizah şaheseridir.

Candide'in 1759'da yayınlanan ilk baskısının kapağı. Voltaire kendini gizleyerek eseri hayâli bir "Dr. Ralph"'e atfetmiş. Ne ilginç ki Voltaire zaten yazarın asıl ism değil; gerçek adı François-Marie Arouet'dir. 

Hikâye filozof Pangloss'un kişiliğinde 18. yüzyıl "aydınlanması"'nın safdil iyimserliğini cennet olabilecek bir dünyayı cehenneme çeviren insani hırslar ve sapıklıklarla çatıştırır. Pangloss mantık yolulya istediği kadar "olası dünyaların en iyisinde" yaşadığımızı kanıtlamaya çalışsın, gerçekler onun ve arkadaşlarının yüzüne tam tersini çarpar. Fakat filozof yine de mantık argümanlarıyla eski iyimser çözümlemelerine döner ve çocuksu derecede saf olan Candide başta olmak üzere arkadaşlarını tekrar tekrar ikna eder. 

Aradan ikiyüz ellisekiz yıl geçti, "olası dünyaların en iyisini" yaratmak için ihtilâller, kıta ölçeğinde, dünya ölçeğinde savaşlar yaparken olan dünyayı kendimiz, diğer insanlar ve bütün mahlûkat için cehenneme çevirmeye devam ettik ve ediyoruz. Üstelik inanılmaz kibrimizle bir yandan olanca tahripkârlığımızı başka dünyalara taşımaya çalışıyor, bir yandan da kendi icat ettiğimiz tanrılardan yalnızca kendi grubumuz için ebedi cennetler talep ediyoruz. O zaman olduğu gibi bugün de zenginlik ve güç elde etmek uğruna insanların umut ve korkuları istismar ediliyor.

Bir süre çevremdeki çatışmaları dışlayarak, kendi seçtiğim sanata dönerek gayet mutlu bir hayat yaşamışım. Ahlâk kavramlarımı Disney filmlerinden edinmiştim: dürüstlük, sadakat, sevgi, arkadaşlık, hakça davranmak, ve iyiliğin kötülüğü daima mağlup edeceği inancı. Halâ da görüşlerim aynıdır, çünkü aynı filmleri seyriyorum ve etkileniyorum. Çizgi film alanında çalışmaya başlayınca işim bu değerleri anlatan filmlerde çalışmak oldu- tek derdim işimi iyi yaparak iyi anlatılmalarına yardımcı olmaktı. Zamanında birçok arkadaşımın bulaştığı 70'lerin karmaşık ortamını anlamsız ve faydasız sayarak dışında kalmayı yeğlemiştim. Türkiye Cumhuriyeti'ne ve temelindeki değerlere inanıyor, her türlü badireye dayanacaklarına güveniyordum. 70'li yılların kanlı kargaşasından sonra Silahlı Kuvvetler'in 1980'deki müdahelesini olumlu karşılamış ve müteakip dönemdeki hatalı kararları ne olursa olsun bu müdahelenin gerekliliği ve haklılığına inanmıştım. (Bkz. "1980 Eksi Bir", 1 Aralık 2012, "Ramazan, 30 Ağustos ve Bay İnanılmaz", 17 Ağustos 2012.) 

Erdoğan konuşuyor. (Görüntü medyadan.)
Ülkemin bir saldırı altında olduğu AKP'nin 2002'deki seçim zaferinden sonra günden güne daha belirgin hâle geldi, ve bu saldırı o kadar elaltından ve sinsice gerçekleşiyordu ki gerek emniyet, gerek hukuk, gerekse basın içinde kendi vatandaşlarımız sözkonusu saldırının militanı hâline getirilmişti. Politik olgulara mesafeli kalmak günden güne zorlaştı; kendi televizyonumu kapalı tutsam bile vatandaşa hizmet, müşteriye ikram olsun diye kamu alanlarına, lokantalara yerleştirilmiş ekranlardan Erdoğan'ın Cumhuriyet'e, kurucularına, değerlerine ateş yağdırmasını dinlemek ve görmek zorunda kalıyordum. Atatürk'ün Cumhuriyeti'ni göstere göstere, inadına inadına Osmanlı tarzı bir din devletine geri dönüştürme hareketi karşısındaydık, bunun için de Cumhuriyetin sembol ve gelenekleri aşağılanıp itibarsızlaştırılıyordu. Düzmece oldukları daha baştan belli olan Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalar bahanesiyle Cumhuriyet'in temsilcisi Atatürkçü gazeteci, akademisyenler, siyasetçiler, aydınlar ve subaylar dalga dalga operasyonlarla toparlanarak hapishanelere kapatıl. Ve o günlerde Batı basını Erdoğan'ı
Türkiye'yi "demokratikleştiren" cüretkâr lider olarak göklere çıkarıyordu. 


"Ilımlı İslam" AKP rejiminin adaleti:
Nuri Kurtcebe'ninNuri Kurtcebe'ninNuri Kurtcebe'nin kumpas davaları günlerinde Aydınlık gazetesinde 
çıkan bir karikatürü.

Birşeyler açık bir şekilde rayından çıkmıştı, ve bir subay ailesinden geldiğim için yaşanmakta olan felâketi, büyük adaletsizliği, yaklaşan tehlikeleri çok yakından hissediyordum. 3 Mayıs 2012'de vicdanımın zorlamasıyla  çizim masamdan kalkarak bu blog'a başladım. (Bkz. "Başlangıç", 3 Mayıs 2012.) Sonraki yıllarda kendimi caddelerde, Silivri Ceza İnfaz Kurumu'nun önünde dondurucu yağmur ve çamurda slogan atar buldum. Bu maceraların birçoğu bu blog'da yerini aldı. Hiçbirinden zevk almadım, bunlar benim tarzım işler değildi, ama yapmamak da olmazdı.

Gerçekler perdesinin yavaş yavaş aralanmasına şahit oluyorduk ve perdenin arkasından müttefiklerimiz, en başta da ABD çıkıyordu. Ortadoğu'yu dönüştürmek, olası Ortadoğu'ların en iyisi hâline getirmek için bir "Büyük Ortadoğu Projesi" yürürlükteydi. Biraz hile, birazcık da adaletsizlik gerekebilirdi ama sonuçlar yöntemleri mazur kılacak kadar önemliydi. Soğuk Savaş sonrası dünya haritasında lâik bir Türkiye'ye gerek yoktu ama milli menfaatlerine önem vermeyen, dini ağırlıklı Osmanlı hayalleriyle uyutulan bir Türkiye bir fermanla herşeyini teslim ederdi. Genç Cumhuriyet'i  gömerek "Hasta Adamı" mezarından çıkarmak yani! Üstelik böyle bir Türkiye'yi kullanarak Ortadoğu müslümanlarını hizaya çekmek mümkün olacaktı, hele ki Atatürk'ün 1924'de kaldırdığı Hilafet makamı geri getirilirse. O zaman küresel menfaatler Ortadoğu kaynaklarına kısıtlamasız  ulaşır, İsrail hiçbir ödün vermeden arka bahçesini düzenler, ABD ise bölgede varlığını ve ağırlığını koruyarak polisiye işini rahatlıkla devam ettirir.

Bu projenin Türkiye içerisindeki aracı AKP'ydi, basın projenin gerektiği şekilde satın alındı, dışarıdan da Pennsylvania'daki imam Fethullah Gülen emniyet ve adalete onyıllar boyunca yerleştirmiş olduğu köstebekler ordusu aracılığıyla kumpas davalarını harekete geçirdi. Lâik Cumhuriyet'in bekçileri hapsedilip itibarsızlaştırılınca, kalanlar da korkutulup sindirilince artık karşı koyacak kimse karşı koyacak kimse kalmayacaktı.

Olası Ortadoğu'ların en iyisini yaratma projesi her bakımdan ıskaladı; o kadar ki Suriye içinde sürüp giden kaos ortamı Rusya'ya silahlı güçleriyle müdahil olma fırsatı verince Soğuk Savaş bile yeniden başladı. Hatta İŞİD'i (Arapçasıyla DAEŞ'i) bile ABD'nin yarattığı, ya da en azından oluşmasına müsamaha ettiği konusunda ikna edici iddialar dile getiriliyor. Böylelikle Suriye destabilize olacak dışarıdan müdaheleyi gerekli kılacak, bu denli korkunç eylemler gerçekleştiren bir örgütün yarattığı infial de ABD'nin müttefiklerinin tereddüttlerini bertaraf edecekti. Bu doğru ise, İŞİD'in kokunç cinayetlerine bakarak sonuçların yöntemleri ne dereceye kadar mazur gösterebileceği tezini bir daha sorgulayabiliriz. Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde Türkiye'den İŞİD'e silah gönderildiği, "Ilımlı İslam" politikasıyla bağnazlaşan ortamda dini çevrelerde İŞİD için adam devşirildiği de iddialar arasında. Merkezi otoritenin yokolmasıyla Suriye kaos girdabına günden güne daha fazla çekilirken İŞİD kamera önünde inanılmaz vahşet örnekleri sergileyip durdu- ama yalnız onlar mı? ABD deslekli "ılımlı" muhaliflerin de enikonu gaddarca davranışlarını gösteren videoklipler dolaşıyor. (Bende artık "ılımlı" kelimesine karşı allerji oluştu!) Candide'den şu bölümde yazılanlar ne kadar da tanıdık:

“…Yoldaşlarım olan tutsaklar, onları yakalayanlar, askerler, denizciler, siyahlar, esmerler, beyazlar, melezler ve en sonunda kaptanım, hepsi öldürüldü. Bir ölü yığını üzerinde yarı baygın kaldım. Buna benzer sahneler, bilindiği gibi, Muhammed’in emrettiği beş vakit namazın eksik olmadığı üçyüz fersahlık bir alan üzerinde gerçekleşti…”

İstenmedikleri Avrupa'ya akarken bu uğurda soğuk denizlerde boğulan mülteciler Hristiyan Avrupa'nın çok öğündüğü insani değerlerinin sığlığını gözler önüne serdiler. Seneler süren kanlı çatışmalardan ABD'nin Esat'ı devirme planı bir neticeye varmadığı gibi onu daha bile güçlendirdi.

Gezi günleri, Haziran 2013.
(Görüntü medyadan.)
Komşu Türkiye'de Erdoğan aşırılıklarıyla 2013'de Haziran Ayaklanması olarak da bilinen Gezi olaylarına yol açmış, yarattığı fırtınada nerdeyse koltuğundan olmuştu. ABD, artık  projesi için bir tehlike hâline gelen "demokratik" Erdoğan'a mesafeli durmaya başladı ve Gülen'in adalet kurumları içindeki köstebeklerini de kullanarak AKP büyüklerini bir kara para skandalıyla köşeye sıkıştırmaya çalıştı. İstinad edilen suçlar gerçek olsa da, ortaya çıkaranlar kumpas davalarının sahtekâr savcıları ve düzenbaz polislerinden başkası değildi. Erdoğan sinmedi, vurdu ve büyük bir maharetle baskın çıktı. Gücünü ve makamını koruduğu gibi Gülen "Cemaat"'ini ve destekçilerini devlet kademelerinden ayıklamaya başladı. Bunun beklenmedik bir olumlu sonucu Ergenekon, Balyoz ve ilintili davaların yeniden değerlendirilmesi ve hapisteki kumpas kurbanlarının tahliye edilerek ve beraat süreçlerinin başlaması oldu. (Tabii sağ kalanlar, çünkü bu arada kayıplar da olmuştu.) ABD Erdoğan'a Başbakanlık yolunu milliyetçi karşıtı "ılımlı İslam" politikasını gerçekleştirsin diye açmıştı; eski hamisiyle arası açılmaya başlayıca Erdoğan kendini bu politikaya o kadar da sıkı sıkıya uyma zorunda hissetmedi, "İslam" kısmını tuttu ama milliyetçi karşıtlığını bıraktı, ve böylelikle popüleritesini katlayarak halk desteğini daha da arttırdı. Ağustos 2014'de Cumhurbaşkanlığı'na yükselmişti, hem de partisi üzerindeki mutlak kontrolünden taviz vermeden.

Yeni "milliyetçi" Erdoğan Silahlı Kuvvetler üzerinde baskıyı gevşeterek ABD destekli "barış/çözüm/açılım süreci"'nde askıya alınan PKK'ya karşı operasyonların tekrar başlamasına izin verdi. İran, Irak, Suriye ve Türkiye'den toprak kopartılarak bir Kürdistan devleti kurulmasında bir adım olan bu "süreç" zarar görmesin diye TSK'nın her operasyonu yerel Vali'nin iznine tabi tutulmuş, asker bir saldırıya uğradığı zaman bile izin almadan saldırganın peşine düşemez olmuştu. Eli rahatlayan PKK zamanı silahlanarak, kendini tahkim ederek değerlendirmişti, bu yüzden de TSK 24 Temmuz 2015'de operasyonlara başlayınca karşısında meskun yerlere yuvalanmış, iyi silahlanmış bir güç buldu. O tarihte TSK Kuzey Irak'ta PKK, Suriye'de İŞİD hedeflerini bombalayarak açılışı yaptı. Sonraki aylarda basın güneydoğumuzdan, özellikle Diyarbakır Sur'dan korkunç savaş ve yıkıntı sahneleriyle doluydu.


Türkiye'nin gözünde Suriye'deki PYD ve YPG, değişik harfler arkasına saklanmaya çalışan PKK'dan başka birşey değildir. ABD ise onları kendi müttefikleri olarak görüyordu. Yeni "milliyetçi" Erdoğan'ın Türkiye'si artık açık bir şekilde ABD'nin menfaatlerine meydan okuyordu.

İstanbul, 15 Temmuz 2016
(Görüntü medyadan.)

15 Temmuz 2016'da Türkiye bir askeri darbe teşebbüsüyle sarsıldı. Oysa Erdoğan ile Silahlı Kuvvetler arasındaki gerilim en alçak noktasına inmiş, bir güven ve uyumlu çalışma ortamı oluşmaya başlamıştı. Erdoğan sosyal medya üzerinden halka hitap ederek direniş çağrısında bulundu. Böyle bir darbe teşebbüsünün başarılı olabileceği Gezi günleri geride kalmıştı, kaldı ki Silahlı Kuvvetler bile kendi içinde birlikte değildi. Daha ilk dakikalarda Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları kaçırılıp gözaltında tutuldu. 24 saat içerisinde millet trajikomik bir tiyatro seyretti- bir zamanlar "her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alan" Erdoğan'ı korumak için sokaklara dökülen eli bayraklı kalabalıklar, darbenin başarılı olmasını dileyen "demokratik" ve "antimilitarist" Erdoğan muhalifleri, ki bunlara "demokratik" Batı ülkeleri de dahil! Asker halka ateş etti, halk askerini linç etti, asker askerle savaştı, Türk jetleri Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni bombaladı, Türk jetleri başka Türk jetleri kalkamasın diye pistleri bombaladı. Ertesi günün akşamına kadar bu beklenmeyen, istenmeyen, kötü zamanlanmış darbe teşebbüsü gelip geçmişti.

Voltaire'in torunlarına yakışan bir iç savaş parodisi: kuzey Afrika'da Roma ordusu
Roma ordusuna karşı. Yazar. René Goscinny, yazar: Albert Uderzo, "Asterix Lejyoner" 
(Asterix Legionnaire) Dargaud, 1967.)

Sonradan yapılan resmi açıklamaya göre darbe TSK içindeki "Cemaat" yapılanmasının marifetiydi ve emir Gülen'den gelmişti. Gülen bu iddiayı yalanladı, ABD ise gülünç buldu, ama iddia sadece Gülen'i karşısına alan Erdoğan yandaşlarından gelmiyordu. Birçoğu Ergenekon veya Balyoz'dan yatmış emekli subaylar bunun arkasında Gülen olmasının çok olası olduğunu belirttiler. Kumpas günlerinde Deniz Harp Okulu'ndaki "Cemaat" yapılanmasının lâik Atatürkçü subay adaylarını yıldırma çabalarıylacadele etmek durumundayken hükümetin baskıları karşısında eli kolu bağlandığı için istifa eden Tuğg. Türker Ertürk'ün gözlemleri dikkate almaya değer: Ertürk'e göre "cemaat" subayların TSK'dan tasfiye süreci devam etmekteydi ve kalanların da büyük ölçüde emekli edileceği Yüksek Askeri Şura toplantısı yaklaşıyordu. Darbe, "cemaatcı" subaylar işlevsizleştirilmeden kısa bir süre önce gerçekleştirildi.

Darbe bastırılınca Gülen "cemaati" ve sempatizanlarına yönelik geniş çaplı bir tutuklama furyası başladı. Erdoğan'ın darbe teşebbüsünü bütün muhaliflerini susturmak için bir fırsat olarak değerlendirdiği söyleniyor. Gerçekten de tutuklamalar daha alt seviyelerdeki "cemaatcıları" hedefliyor, asıl şüpheli olması gerekenlere, Gülen'in eski ortak AKP içerisindeki müritlerine dokunulmuyordu.

Üstte: Tutuklanan "Cemaat" şüphelileri, Kayseri, 25 Ekim 2016.
Altta: Bazı AKP milletvekilleri Fethullah Gülen'le mutlu günlerinde. Resim üstündeki yazılara göre tek tutuklanan Zaman gazetesi'nin eski sahibi.
(Görüntüler medyadan.)
   



Geniş çaplı tutuklamalar karşısında Batı alemi dehşete düştü; oysa kumpas davaları günlerindeki tutuklama dalgalarına karşı bu kadar hassasiyet göstermemişti. Açıkça itiraf etmeliyim ki tutuklanmasını memnuniyetle karşıladığım gazeteciler var; mesleklerine o kadar sahtekârlık ve ihanet karıştırdılar ki!

Türkiye'nin şehirlerinde güvenlik güçlerine ve halka terör saldırıları hiç kesilmedi, birini İŞİD üstlendiyse diğerini PKK! Darbe teşebbüsünün onursuzluğu ve kayıplarıyla, arkasından
Türkiye sınırının karşısında Tel Abyad'da
ABD ve YPG bayrakları yanyana.
(Görüntü medyeden.)
da
tasfiyelerle sarsılmış olan TSK'ya Suriye içine yürüme emri verildi.
24 Ağustos 2016'da başlayan Fırat Kalkanı operasyonu hem İŞİD'i, hem de PYD ve YPG'yi hedef alıyordu. İŞİD iyi de, PYD ve YPG işin içine girince onları müttefiği sayan ABD'ye meydan okumuş olduk.


Videoklip
 TGB'nin düzenlediği Cumhuriyet Bayramı yürüyüşü, Beyoğlu, İstanbul, 29 Ekim 2016.
Klibin sonuna doğru TGB genel başkanı Çağdaş Cengiz'in durum değerlendirmesi
yaptığı konuşmadan bölümler var.
(Görüntüler kendi objektifimden.) 


24 Kasım 2015'te bir Rus uçağının Hatay'da sınır ihlâli yaptığı gerekçesiyle düşürülmesinden beri Rusya ile de durum gergindi. ABD ile ara bozulurken Rusya ile yumuşamaya gidildi ve işbirliği günden güne arttırıldı. 19 Kasım 2016'da, tam da bir Türk heyetinin görüşmeler için Rusya'ya yola çıkmasının arifesinde, Rusya'nın Ankara büyükelçisi Andrei Karlov kurşunlanarak öldürüldü. Eylemi sırasında kendisini El Nusra ile ilişkilendirecek Arapça sloganlar atan katil de müteakip çatışmada polis tarafından öldürüldürüldü.

Katilin bir Mevlüt Mert Altıntaş isimli bir polis memuru olduğu,
o gün görev dışı olmakla birlikte hâla aktif hizmette olduğu bildirildi. En ilginç detay da "Cemaat" okullarında bir geçmişi olduğu bilgisiydi
ki bu da yine ABD bağlantısı ihtimalini gündeme getiriyordu. Ve ABD yine inkâr etti, tabii ki!

Geçmişinde "Cemaat" okulu bağlantısı çıkan katil Musa Mert Altınt
eylemini gerçekleştirirken. 
(Görüntü medyadan.) 

Bu diplomatik skandala rağmen Türk yetkililer planlandığı gibi Rusya'ya uçarak görüşmelerini gerçekleştirdiler.

Bugün Türkiye'de halkın her kesiminde Batı'daki "dost" ve "müttefiklerine" karşı kırgınlık ve güvensizlik giderek artarken Rusya'ya yakınlaşma işi tedbirsizliğe vardıracak ölçüde artmakta. Bir yandan da şehirlerimizin orta yerlerinde muntazaman bombalar patlamaya, insanlar kurşunlanmaya devam ediyor.

Yeni yıla girerken Türkiye. Solda: İstanbul Beşiktaş'ta Vodafone Arena stadyumu dışında
çifte bombalı saldırı, 10 Aralık 2016. Can kaybı 44, yaralı 70 civarında. PKK'ya atfedildi, üstlenen aynı dava için eylem yapan ve başka isim altında aynı örgüt sayılan TAK.
Sağda: İstanbul Ortaköy'de Reina gece kulübünde otomatik silahla kıyım, 1 Ocak 2017'nin ilk saatleri, güvenlik kamerası görüntüsüCan kaybı 39, yaralı yine 70 civarı. Üstlenen İŞİD (DAEŞ).
(Görüntüler medyadan.) 

Ülkemiz şu sırada İŞİD'le, PKK ile, ve gizlice de PKK'nın gizli müttefiki ABD ile sıcak savaşta! Gülen hâla ABD (ve Küresel Sermaye) menfaatine Pennsylvania'daki malikanesinden beri buradaki kuklalarını oynatıyor. Erdoğan ise Gülen "cemaatini" devlet içerisinden ayıklayıp yerine kendi cemaatlerini doldurmaya çalışıyor. Senelerdir ayağını yorganına göre uzatmayan Türkiye faturayı görünce olan yorganını da satsa borcunu ödeyemeyecek durumda- ama mega projeler aynı hızla devam ediyor. Savaş ve terörizm karşısında birlik çağrısı var ama bir yandan da başbakanlığı kaldıracak, meclisi etkisizleştirecek, Cumhurbaşkanı'nı daha da güçlendirecek, kuvvetler ayrımı prensibini hiçe sayan bir "Başkanlık Sistemi" ve  "yeni anayasa" tutturmacası halkı bölüyor.

Solda: İçeride milletvekilleri zorlukla kazanılmış hakları mutlakiyetçi bir Cumhurbaşkanı'na teslim edecek bir "Yeni Anayasa" tartışması yaparken dışarıda protestocular yollarını kesen ifadesiz polis memurlarıa dert anlatmaya çalışıyor, 9 Ocak 2017.
Sağda: Sayın milletvekilleri meseleyi tartışıyorlar, 10 Ocak 2017.
(Görüntüler medyadan.)

Bir yandan da AKP iktidarının darbe sonrasında daha da güçlenmesi köktendinci İslamcı çevrelerin bağnaz ve kapalı yaşam tarzlarını topluma kabul ettirip yayma heveslerini azdırdı, şeriat istekleri ve hilafetin geri getirilmesi talepleri seslendirilmeye başlandı. Erdoğan'ın bu makama kendisini aday saydığı konusunda pek şüphe olamaz, Osmanlı soyuna akrabalığı olduğu yolunda imaları tekrar tekrar lâf arasına
sokuşturmuştur- konunun gündeme geleceği zamana yatırım belli ki! (ABD'nin adayının Gülen olduğunu varsayabiliriz.)

Üste kim çıkarsa çıksın, kötü bir el. (Bu görüntüyle medyada karşılaşmıştım- hatta aynı fikrin iki ayrı versyonu vardı. Daha önce paylaşmıştım. Bkz. "23 Nisan ve Milli Merkez", 2 Mayıs 2013.)

Rejim değişikliğine karşı son güvencemiz olan TSK'nin en son çare olarak kullanılacak tek bir atışı vardı, o da 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle ziyan oldu. Ülkemiz yeni yıla ateşin yanında duran bir barut fıçısı gibi giriyor.

Candide ve arkadaşları uzun yollar katediyor, bir beladan diğerine gidiyor, ama sonunda nihayet bir miktar huzur buluyorlar. Hoş ve beklenmedik sürpriz bu huzuru buldukları yerin Türkiye olması! Gerçi o zaman da Türkiye özellikle huzurlu bir yer değilmiş: 


“…İstanbul’da iki vezirin ve müftünün boğdurularak öldürüldüğü ve birçok arkadaşının da kazığa geçirildiği haberi yayıldı. Birkaç saatliğine bu felaketler her yerde büyük ses getirdi..."  

Kitabın kalıcı dersi beklenmedik birisinin ağzından naklediliyor:


"...Pangloss, Candide ve Martin çiftliğe dönerken portakal ağaçlarının altındaki bir çardakta, kapısının önünde hava alan iyi kalpli bir yaşlıyla karşılaştılar. Akıl yürütmeyi sevdiği kadar meraklı da olan Pangloss boğularak öldürülen müftünün adını sordu.



“‘Bilmiyorum,’ dedi adamcağız. ‘Hiçbir müftünün ve vezirin adını hiçbir zaman bilmedim. Bana bahsettiğiniz olaydan haberim yok. Sanırım kamu işlerine karışanların geneli berbat bir şekilde ölüyorlar ve bunu da hak ediyorlar. Ama asla İstanbul’da olup bitenlerle ilgili haber almıyorum, bahçemde ekip biçtiğim sebzeleri orada satmakla yetiniyorum.’


“Bunları söyledikten sonra yabancıları evine aldı; iki kızı ve iki oğlu kendilerinin yaptıkları ağaçkavunu şekerlemeleriyle karışık kaymak, portakal, limon, ananas, antepfıstığı,...moka kahvesi ve birkaç şerbet takdim ettiler. Bunun ardından iyi kalpli  Müslüman’ın iki kızı Candide’in, Pangloss’un ve Martine’in sakallarına kokular sürdüler.

"'Geniş ve muhteşem topraklarınız olmalı’ dedi Candide Türke.

"'Yalnızca yirmi dönüm toprağım var’ diye cevap verdi Türk.  

"'Çocuklarımla birlikte ekip biçiyorum. İş bizi üç musibetten uzak tutuyor: can sıkıntısı, kötü alışkanlıklar ve ihtiyaç.'"

Candide mesajı alıyor ve Pangloss tekrar felsefe yapmaya başlayınca şöyle karşılık veriyor:


"…'Doğru söylüyorsunuz' diye cevap verdi Candide. ‘ama bahçemizi ekip biçmeliyiz.'"

 2017 için Candide temalı yeni yıl kutlama resmimiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder